11 Ağustos 2010 Çarşamba

ZİHİN VE YÜREK KAPIŞMASINDA HEP YÜREĞİ KAZANANLARIZ BİZ VE BU YÜZDEN HEP YÜREĞİ ACIYANLARIZ!

Bir yıldız kaymadan dilek tutamayanlardık biz çocukken.
Öyle sağdıktık kurallara.

***
Şimdi aşkımız kayıp giderken ardından dua edenleriz.
Öyle bağlıyız yazgımıza.

***
Gözleri nemli, kalbi tetikte, Zihni küskün, ruhu hasta
Erişkinler olduk biz.

***
Çocukluğumuzda ki cahil cesaretimize inat, bilmediği sokaklarda kaybolmaktan
korkanlar olduk biz
***
Korktuğu hep başına gelenleriz biz.

***
Zihin ve yürek kapışmasında hep yüreği kazananlardanız biz...
Ve bu yüzden hep yüreği acıyanlardanız!

***
Öyle çok yapmışızdır ki aynı hatayı, aynı algısal salaklıkla...
Ama uslanmaz ruhumuz, ne olacağını adı gibi biliyor olsa da fütursuzca rahatta ve
salakta devam eder soluk almaya.

***
Her ne kadar "evrene ne gönderirsen karşılığında onu alırsın" gibi Kuantum zırvalıklarına inanmıyor gibi görünse de, gizli saklı, çıkmaz sokaklarında,
bir inancı vardır.
Bu yüzden her defasında aynı teraneyi yer, aynı moka batar. Aynı hataya düşer.

***
Ama riski sever.

***
Risk sonrası yerle yeksan olmuşsa hayalleri, bilir kırıkları tek tek toplamayı.
Sonra yapıştırmasını da iyi bilir hepsini.
Eski özüne kavuşması için, kırıklı hayallerin içine bir tutam bal katıp,
eski tadını verirken, aynı zamanda eski sağlamlığına kavuşturur yapışkanıyla.

***
Düşmek kaçınılmazsa şayet, nasıl düşmesi gerektiğini de bilir…
Uf olan yaralarını ıslık çala çala üfleyerek soğutur.

***
Zihninde ki “Nereye gitmekte bu beden?” sorusuna aldırış etmeden,
hiç tanımadığı ruhlarda kaybolmaktan yorulmayanlarız biz.

***
Yine yeni yeniden hiç bilmediği sokaklarda cahil cesaretiyle aldığı riskin
heyecanını taşıyan
küçük çocuklarız biz.

***
Her defasında, yeni bir oyun için, yüreğinde kıpırtı duyan
ve kendini başlat düğmesine basmaktan alı koyamayan,
uslanmaz yaramaz,
erişkinleriz biz.

***
“Korkarak yaşıyorsan, sadece hayatı seyredersin”e inanlarız biz.

***
Biz
Zihin ve yürek kapışmasında her zaman yüreği kazananlarız…
Ve bu yüzden hep hayatı yakalayanlarız!

5 Ağustos 2010 Perşembe

SİVRİSİNEKLER ÖLSÜN İSTİYORUM


Hayatımda gördüğüm en sinsi mahlûkattır şu sivrisinekler. Kaşla göz arasında, çaktırmadan emip kaçıyorlar kanımızı, bu şerefsizler. Tatlı tatlı kaşıntısı da sonradan çıkıyor. Tüm gece em em, hayvan çatlamıyor da orta yerinden yahu. Hayır, artık senin kanını taşıdığından duygusal bir bağ oluşuyor aranda, vurup patlatamıyorsun duvara. Hem patlatsan ortalık kan revan olacak, öyle böyle emmiyorlar çünkü. Her yerimiz kaşımaktan yara bere. Of pof afra tafra… Sivrisinekler ölsün istiyorum.

FAZLA KAPATMA KAPILARINI

Geçen haftaların birinde 3 kız arkadaş toplandık ve İzmir’in tarihi mekânı Asansör’de Hakan Demirtaş’ı dinlemeye gittik. Gün batımının o güzel deniz manzarasıyla birleştiği bu mekânda huzuru yakalamanın bünyemizde yarattığı gevşeme bir müddet sonra yerini duygusal bir dalgınlığa bıraktı. Çünkü gelmiş geçmiş en güzel aşk şarkıları, Hakan’ın yorumuyla birleştiğinde, sizi alıp en kuytu köşelerinizde kalmış, gizli saklı hayallerinizle baş başa bırakıyor. Arkadaşımdır diye söylemiyorum ama mutlaka gidilip dinlenesi bir sestir.

Biz böylesi bir kalabalık içinde, var olan yalnızlığımızın keyfini çıkarırken, farkındalık düzeyimizin ani yükselmesi sonucu, iç huzurumuzu terk edip, o gece tüm masaların el ele göz göze âşık çiftlerle dolu olduğunu görüp, hafif bir hayıflanma durumu yaşadık. Sanırım 3 tane hemcinsin gidebileceği en yanlış mekânlardan birini seçmiştik o gece.

Hal böyle olunca sıkı bir tartışma konusunun bizi beklediği gözlerimizde ki ifadelerden apaçık belli oluyordu. Bu zamana kadar çokça sohbete konu olan erkek-kadın ilişkilerinin bir yenisi daha o geceye damgasını vurdu. O tarihlerde medeni hali iki bekâr, bir nişanlı olan bu üç kafadarın ortak paydası, “cesaretten yoksun, fedakârlık kelimesini henüz lügatine yerleştirememiş korkak erkek modellerinin gün geçtikçe çoğalması” konusuydu.

Nereye baksak, kimle konuşsak, Behlül karakteriyle sarsılmış yorgun, bitkin bir Bihter’e çarpıyoruz şu sıralar. Bu kadınların Bihter’den farkı, silahı göğüslerine dayayıp intihar etmek yerine, etraflarında ördükleri surları yükseltmek oluyor.
Ve Şebnem Ferah’ın, “Çakıl Taşları” şarkısında dediği gibi
“ Altında ağ olmadan yerden yükseldin mi?
Tam zevkine varmışken, birden yere düştün mü? “
Mısralarında ki durumu birebir yaşayan bu kadınların, ayakları toprağı hissettiği vakit, gidebildikleri son nokta yüreklerinin kilitli sur kapıları oluyor ne yazık ki.

Gurur kanserine yakalanmış bu kadınlar, ne kadar seviyor olsalar da, üstelik aşklarından öleceklerini bile bilseler, çekip gitmeyi tercih edenlerdir. Kendi ellerini sıkı sıkı tutamayan o elleri bırakıp gidebilecek kadar cesaret yüklü ve güçlü insanlardır onlar. Üstelik her şeyi yapabilecek o gücü, içsel donanımlarından alırlar ve geliştirmiş oldukları karakterleri, işte zayıf düştükleri o anlarda devreye girip, her şeyin üstesinden gelebilecek o inancı onlara yaşatırlar.

Bir serinleme sürecine girmek gerek bu durumlarda. Kalbe tatil verip, fokur fokur kaynayan o mekânın biraz soğumasını sağlamak lazım. Bir müddet o iç sesi dinlemek, ruhu dinlendirmek, hayatı akışına bırakmak şart olur. Tabii ördüğünüz o surlar, sizin üzerinize yıkılmadan, o kapıyı birinin açıp girmesine de yeniden izin vermek gerek bir süre sonra. Zira hayat tüm heyecanıyla devam ediyor.