27 Mayıs 2011 Cuma

YANLIŞ BİR ÖYKÜDESİN, KENDİNİ BAŞTAN YARAT

Birikmiş çok hikaye, ifade edilecek fazla duygu var. Başa çıkmak zor…

Bazen yanlış bir öyküde olduğunu ve yanlış bir karakteri canlandırdığını fark edersin, sonra da alelacele kendini yeni baştan yaratmaya çabalar, didinir, durursun. Durursun. Beklersin. Keskindir. Arada virgül yoktur. Hep noktayla tamamlanır yaşadıkların. Sonra bakmışsın yine aynı hengame.

Bu kısır döngünün çemberinde yuvarlanıp giderken, bir macera sirkülasyonu da yaşamıyor değilsindir hani. Öyle olunca da birikmiş çok hikaye, ifade edilecek epey duygu yüklenmişsin. Hepsiyle başa çıkmak zor.

İçinde ki tüm karmaşadan sıyrılıp, farkındalık uyandıran tek şeyin “küçücük şeyler peşinde mutlu olmak” olduğu su geçirmez bir netlikle ruhunu kapsarken, tam olarak ne istediğini bilememe durumu “mutlu olmak bu kadar basit olamaz” propagandasıyla, bu netliğe her defasında meydan okur.

Bugün, bir şarkıda bulduğun huzuru, yarın almış olduğun pahalı bir hediyede tamamlamaya çalışırken, yüklenmiş olduğun tüm duygularının seni bir süreliğine terk ettiğini duyumsar, anlamsız bir ifadeyle kalakalırsın oracıkta.

-me olumsuzluk ekinin en çaresiz kaldığı noktadasındır şimdi. Konuşamazsın, yazamazsın, ağlayamaz, gülemezsin. Çünkü HİSSEDEMEZSİN.

İçinde ki o boşluğu, başka bir boşlukla dolduramayacağını öğrenmişsindir çoktan. Bu yüzden, yine beklemeye alırsın kendini, egemenliği ele almış o kasvetli boşluğun dolması için.

Duyguların bu kadar yoğun yaşandığı bedenlerin, arada bir teklemesi, hissizleşerek kendini rölantiye alması normaldir. Düşünün ki, bu bedenler, iflah olmaz bir dalaletle “bile bile lades” demenin riskinden, mazoşistçe haz alan insanlardır.

Çünkü, duyguların mantığına tur bindirdiği uzun soluklu bir koşunun düşe kalka ilerleyen kahramanlarıdır onlar…

Bu kadar harfe, onca kelimeye, kurulmuş ve zihinde kurulmaya yüz tutmuş yüzlerce cümleye mahcup bir tutumda bitiriyorum bu hikayeyi. Üzgünüm, herhangi bir sonuca varamayacağım belirsiz bir yazı oldu. Ve üzgünüm, sonu yok bu gidişatın.

3 Mayıs 2011 Salı

Öğrendiğim Bir Şey Var

Çocukken bahçemizi süsleyenler arasında, varlığından en çok mutluluk duyduğum çiçek, yasemindi. İfademde huzurlu bir tebessümün oluşması için 'sadece var olması yeterli' olan şeylerden biridir bu çiçek. O zamanlar, gün batımına yakın bahçede kurulan soframızı şenlendirmek için, dalından koparmaya kıyamaz, yerlere dökülenlerle yetinirdim hep. Büyüdüm, koca kız oldum, hala yasemin topluyorum yerlerden.

Küçükken sahip olduğum ruhumdan hiçbir şey eksilmedi anlayacağınız. Olan, bitene, gelen, gidene, tek bir kelimeye, bazen sıradan bir kaldırım taşına bile, gereğinden fazla anlam yükleyen bir insan olmak, hep aynı kırılganlıkları getiriyor aslında.

Öyle olunca da, eksilmeyen ruh, bu defa hüsranlarla çoğaltıyor kendini. Belki de bir şey olmasın diye, gözünün içine baktığım dalında ki o beyaz yasemine kıymayı başarabilsem, benim de gönlüm kırılmayacak bu denli. Kıya kıya, o da duyarsızlaşacak kırgınlıklara. Hüsran yağmurlarına tutulup, ardından gelen hüzün hastalığını ayakta geçirecek belki. Ama, belki.

İnsan bazen duyguların tutsağı olabiliyor, yaşanmışlıkların esiri, düşüncelerin kölesi. Benim yazarken yüzümü buruşturduğum şu cümleyi okuduğunuzda, sizin de içiniz sızlamadı mı? Duygular, düşünceler, anılar, hele ki mis gibi tertemiz hatıralar, nasıl olur da sizi köşeye sıkıştırıp, özgürlüğünüzü elinizden alabilir. Onlar değil mi soluk alıp vermekten ibaret olmadığımızı kanıtlayan şeyler.

İşte, bazen sırf bu yüzden radikal kararlar alıp, karakterinizi zedeleyen, ruhunuzu acıtan, sizi siz olmaktan çıkarıp bir yerlere ya da bir takım kişilere bağımlı hale getiren düşüncelerden, duygulardan, anılardan kurtulmak gerek. Ben tüm cesaretimle, kendime rağmen, bana dokunanlara birer birer kıydım. Öyle bir katliam yaptım ki, değerlerime saygı duymayan tüm yakınlarımı uzaklaştırdım kendimden. Şimdi, etrafımda var olan kalabalıkta yalnızlığımın keyfini çıkarıyorum. Tek başına olmanın bencilliğinde, sadece kendi isteklerim doğrultusunda rüzgarla dans edip oradan oraya savuruyorum kendimi. Size de tavsiye ederim.

Ama nedense, hala kıyamıyorum dalında ki yasemine.

Ataol Behramoğlu’nun da dediği gibi;

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana