16 Aralık 2012 Pazar

Şuursuz bir rahatlığın, farkındalıklı hiçliğindeydim



Küçük bir kız çocuğuydum henüz. Kendimi mutsuz hissettiğim zamanlarda, gözlerimi kapatır, hep aynı hayali kurardım zihnimde. O değişmeyen sahnede, bir ben olurdum, tek başıma bembeyaz semada. Kendimi izlerdim kuş bakışı. Hafiflemiş bedenimi bulutların üzerine bıraktığım o kareyi görürdüm hep. Ruhum, sanki göç eden bir kuşun kanadından kopan bir tüy gibi özgür, salıverirdi kendini hiçliğe.

Bu sabah, yine o bembeyaz bulutlarla süslenmiş gökyüzündeydim. Bu sefer zihnimin bir oyunu değildi bu. Beni, çocukluğumun serseri kasabasına ulaştırmaya çalışan tayyarenin koltuğunda, düşüncesiz ve hissiz bir halet-i ruh'iyede, ifadesiz bir seferdeydim.

Ruhum, mutluluk ile mutsuzluk arasında ince bir çizgide medcezirdeydi. Ne bir kırıntı huzursuzluk vardı gönlümde, ne de bir somun mutluluk. Som bir sessizlik hakimdi hiçliğime.

Kıvrılıp, cenin pozisyonu aldım koltuğumda, ana rahmindeki sıcaklığı ve huzuru arzu edercesine. Gözlerimi kapatmak üzereydim ki, bir kız çocuğu belirdi pencerenin ardında, pamuklarla örülmüş semada, tek başına. Tanıdık, masum bir gülümsemeyle el salladı bana ve ardından bedenini salıverip, huzura yatırdı ruhunu.

Sonra, gözlerimi kapadım. İfademe huzurlu bir gülümseme yerleştirmeye çalıştım, tıpkı gözlerinin içi gülen o kız çocuğundaki gibi. Ardından bilinçaltımı tembihledim, karışmasın diye rüyalarıma ve uykuya daldım.

Şuursuz bir rahatlığın, farkındalıklı hiçliğindeydim...




30 Kasım 2012 Cuma

deneme atışı




'Boşlukta süzülen bir toz tanesi gibi taşınıyor ruhlarımız atmosferde. Çok uzun mesafeler katedebiliriz istersek, rüzgar da yardım ederse.' diye zihninden geçirdi kadın, en sevdiği berjerine kurulmuş, ruhunu dinlendirmeye çalışırken.

O an fark etti, evinin ne kadar kirlenmiş olduğunu. Oysa uzun zamandır o koltukta oturuyordu. Aslında oturmuyor sanki o koltuğa mühürlenmişti. Zihni, her zaman olduğunun aksine boş bir levha gibiydi. Halbuki o değil miydi, her zaman, zihninde ordan oraya savrulan ve bir türlü köşeye sıkıştırıp ta yakalayamadığı sözcüklerden dem vuran? Ne düşünebiliyor, ne hissedebiliyor ne de baktığını görebiliyordu. Gördüğü tek şey, kedisi Rüknettin'in oyuncağı ile boğuşurken çıkardığı toz bulutuydu. Zaten, bu yüzden o cümleyi kurmamış mıydı?

Hayır, hiçte değil. Bu cümleyi kurdurtan şeye Rüknettin neden olmamıştı. Bu düşünce bir dilekti aslında onun için. Mehter takımı hızında giden hayatının isyanıydı bu. Yalan söylediklerini bile bile hayatında var olmalarına izin verdiği insanlardı buna neden olan. Salak değildi elbet, belki biraz saf olabilirdi ama insanları olduğu gibi kabul etmeye çalışırdı hep, bazen başaramasa da.

Bu düşünce bir dilekti aslında onun için. Çocukluğunun o masum kasabasından kaçıp, çok uzak diyarlara  yerleşme çaresizliğiydi. Evet, gitmek değildi bu. Basbayağı bir kaçıştı ve evet bir heves değil, bir çaresizlikti bu arzu. Rüzgar da yardım ederse, neden olmasın ki?

Yüreğinin gücünden dem vursa da çoğu zaman, bazen onun gerçeği de doğrusunun şeytanına yenilebiliyor ve zamanı yüreğine üfleyerek geçiyordu. Artık, kanatlarını kullanamıyordu ve bu yüzden aklının yarattığı doğrularının cehennemine çakılmak üzereydi, yüreğindeki gerçekliğin cennetinde nefesini alırken. Ve bu yüzden kaçmak istiyordu, masumiyetini yitirmek üzere olan o küçük sahil kasabasından.

Yalnızca var olduğunun bilincindeydi uzun zamandır, atmosferde kapladığı bedeniyle ve var olmanın sahtekarlığını ipe çekiyordu, yitirdiği ruhunu geri döndürebilmek için.

Saatlerdir çakılıp kaldığı tarçın rengindeki koltuktan kalkmayı başardı en sonunda. Tarçın, kimyon ile birlikte en sevdiği baharatlar arasındaydı. Hatta tahta birlikte çıkıp, birinciliği paylaşıyorlardı. Her yemeğe illaki biraz kimyon atardı ve her yaptığı tatlı mutlaka tarçına yakışan bir tatlı olurdu.

Arsız, yabani otlarla kaplı bir tarlaya benzettiği zihnine iyi gelmişti, ömründen bir kaç saatini çalan o süreç. İlk önce, Rüknettin'in dağıttığı ortalığı toplamaya koyuldu. Her yer, her yerdeydi. Sonra elektrik süpürgesini çalıştırdı ve o toz bulutuna meydan okudu. Bir yandan da, 'hayır, sen bu tozlar gibi içine çekilmeyeceksin karanlığın' diye telkin etti kendini. Ardından, banyoya gidip, vileda kovasını doldurdu ağzına kadar. İçine bol miktarda deterjan koydu. Tabii bir kaç damla klorak eklemeyi de unutmadı. Evin tüm parkelerini sildi. Mis gibi yasemin kokuyordu şimdi ev.

Yasemin, çocukluğunda bahçesini süsleyenler arasında, varlığından en mutluluk duyduğu çiçekti. İfadesinde huzurlu bir tebessüm oluşması için, sadece var olması yeterli olan bir canlıydı. O zamanlar, gün batımına yakın, bahçelerinde kurulan sofrayı şenlendirmek için toplardı. Fakat dalından koparmaya kıyamaz, yere düşenlerle yetinirdi. Büyüdü, koca kadın oldu, hala yerlerden yasemin topluyor.

Şimdi, sıra mobilyaların tozunu almaya gelmişti. Bir elinde ıslak bez, diğerinde ise iz kalmasın diye ıslaklığı gidermeye yarayacak olan kuru bezle tüm evi gezdi. "Ruhumdaki tozları da bu kadar kolay giderebilseydim, ne olurdu" diye kızdı kendine. Ne kadar takıntılı, ve bir o kadar da detaycı olan karakteri yüzünden hayıflandı bir müddet. Gamsız insanlara oldu olası özenmişti. Onlar kadar umursamaz olmayı ne çok isterdi. Aksine, umrundaydı her şey. Olan, biten, gelen, giden, tek bir kelime, bazen sıradan bir kaldırım taşı bile umrundaydı. Gereğinden fazla anlam yükleyen bir insan olmak, hayal kırıklıkları getirdi ona hep.

Banyonun soğuk havasını kırmak için sıcak suyu açtı çünkü birazdan duşa girecekti. Çok üşürdü, içi titrerdi hep. Bedeni soğuktan, yüreği yalnızlıktan titrerdi... Duşun hemen karşısında bulunan dev aynanın önüne geçti. Gözlerine baktı, eskisi gibi gülümsemiyordu artık kahverengi gözleri. Dudaklarını inceledi sonra, eskiden kırmızı rujun eksik olmadığı ama şimdilerde kendi haline bıraktığı etine dolgun dudaklarını. Bakışları çok manasız geldi. Hiç bir ifade yoktu. Aynadaki yansımasına daldı. Çok kısa, belki bir kaç dakika sonra kendine geldiğinde, aynadaki aksini göremediğini fark etti. Tedirgin oldu bir an kendini göremediği için. Uzun zamandır yitirdiği ruhunu hissedemediğinden, bedenini de göremiyor olmak onu korkuttu. Buğulanmış aynayı avuçlarıyla sildi. Son bir kez daha aynada kendine baktı ve duşa girdi.


Turkuaz rengi bornozuna sarınıp yatak odasına geçti. En kalın pijamalarını giydi, saçlarını kuruttu, kremlerini sürdü ve mutfağa gitti. Bu akşam yemek yemeyi düşünmüyordu. Dolaptan daha bugünün sabahında, komşusundan satın aldığı keçi sütünü çıkardı. Sonra pirinç kesesini çıkardı, ardından şeker derken sütlaç yapmaya koyuldu. Bu sefer sütle pirincin kıvamını tutturmaya yemin etti kendine. Ne çok sulu bir sütlaç, ne de lapa olmuş bir tatlı istiyordu. Aslında hayatında hiç bir şeyin kıvamını tutturamıyordu. Ya hayatına soktuğu adamı alıyor, baş köşeye koyuyordu. Dünyanın merkezi oymuş gibi dönüp, dolanıyordu etrafında. Tabii, sonra adam bu pohpohlanmadan dolayı devreleri karışıyor, saçmalıyordu. Ya da kendini çalışmaya verip, diğer tüm olgulardan uzak tutuyordu kendini. Bazı zamanlar ise sosyal bir canavara dönüşüp, kulüplerden, dost meclislerinden yakasını kurtaramıyor, fazlaca alkol tüketip, zihnini bulandırıyordu.

Gece, kulübe gittiğinde genelde mojito içip arada tekila shotlarla cila yaparken, dost meclislerinde rakıyı tercih ederdi. Rakı, babadan yadigar bir gelenekti. Aklına rakıya alıştığı zamanlar geldi. Lise sona geçtiği yazdı. Altay Spor Kulübü'nün hentbol takımında oynuyordu. Öyle yoğun antrenmanlar yapıyorlardı ki, şimdi aklına geldiğinde kalbinin nasıl onca yüklenmeye dayanabildiğine şaşırdı. Hayatının neredeyse on senesi atletizm pistlerinde ve spor salonlarında geçmişti. Lise sona geçtiği yazdı ve hayatında geçirdiği en sıcak yazdı. Saçları uzundu, ince telliydi ve gür de değildi. Öyle bunalmıştı ki onlardan, bir yandan sıcak, diğer yandan antrenmanlar derken kendini kuaförde bulmuştu bir gün. Koltuğa oturdu ve kes Yusuf Abi dedi. Nasıl olsun demeye kalmadan, 3 numaraya vuralım abicim dedi. Eve gittiğinde annesi, yüzünü buruşturup bu ne hal diye karşıladı. Babasıysa eniştesiyle birlikte onu, kurulan rakı sofralarına oturtmuş, erkek sohbetlerine almıştı. Evdeki herkes artık ona bilader diyordu. Küçük ama kepçe kulaklarına yakıştırdığı ve yalnızca sol tarafına taktığı küpesi ve zincirli pantolunuyla erkek kafalı olan bu kıza, "bilader aşağı, bilader yukarı" denerek, erkek muamelesi yapılıyordu. Oysa şimdi, upuzun saçları, dışarı makyajsız ve ojesiz çıkmayan halleriyle tam bir kadındı.

Sütlaç yine sulu olmuştu. Biraz sinirlense de kaselere boşaltıp, üzerlerine bol bol tarçın serpti. Buzdolabına yerleştirmeden ılınması için, özenle milangazın yanındaki boşluğa dizdi hepsini. Yemek tabağına koyduğu sütlacı ve büyük bir bardak suyu alarak mutfaktan ayrıldı. Salona gidip lambaderi açtı. Bilgisayarının başına geçti ve takip ettiği dizilerin daha önceden indirmiş olduğu, bu haftaki bölümlerini vlc player'a sıraladı. Sonra bilgisayarı ile televizyonu birbirine bağlayan kabloyu taktı. Pazar gecesi gösterimi birazdan başlayacaktı. İlk önce Fringe'i izleyip, büyük bir bilim adamı olan yaşlı Walter Bishop'ın o çocuksu tavırlarını hayran hayran izleyip, paralel evren, solucan delikleri, astral seyahat gibi aklı ve gerçeği zorlayan olayları sorgulayacak, gözcüleri lanetleyecekti. Ardından kan ve vahşetin yer aldığı 'The Walking Dead'i bazen midesi bulanarak, bazen de hayretler içinde kalarak izleyip, en çok beğendiği siyahi savaşçı hatunu hayranlıkla izleyecekti bu sefer. Ön görüsü yüksek, kimseye güvenmeyen, Nietzshe'yi bile gölgede bırakacak şüpheci tavırlara sahip olan bu kadını çok beğeniyordu. En son "How i met your mother'ı izlerdi hep. Çünkü diğer dizilerin gerginliğini ancak Barney'nin komik çapkınlık maceraları, Ted'in kendine benzeyen saf duygusallıkları ve Marshall ile Lilly'nin o çok eğlenceli evlilikleri giderebilirdi ancak.

Pazar gecesi yayın kuşağı sona ermişti artık. Gece yarısına daha çok varken kendini yorgun ve uykusuz hissediyordu. Bilgisayarını aldı, yatak odasına geçti. Lounge müzik çalan bir intenet radyosu açtı ve baş ucunda duran kitabını alarak yatağa kıvrıldı. Elektirikli battaniyesinin ısıttığı yatağına Rüknettin'in kendini sevdirmek istediği zamanlardaki gibi sırnaşarak yerleşti. Rüknettin demişken, o neredeydi sahi? Herhalde, sepetine kıvrılıp, horuldamaya başlamıştır diye düşündü.

Kitabını açtı, 276. sayfadaydı. Yahudi Soykırımı, Mavi Alay gibi dünya tarihinin ve siyasi sorunların konu  edildiği, aynı zamanda 60 yıldır süren bir aşkı ele alan Zülfü Livaneli kitabı, Serenad'ı okuyordu. Okudukça kitabın derinliklerine sürükleniyor, içselleştirdiği karakerlerlere bürünüyordu. Yapılan haksızlıkları lanetledi, çekilen ızdırapları hissedip, ağlamak istedi, Saf Alman olan Profesör Maximilian Wagner ile Yahudi Nadia'nın aşkı boğazını düğümledi. Saatlerce okudu. Kitap hiç bitsin istemiyordu çünkü yüreğini hissedebildiği zamanlar yalnızca okuduğu zamanlardı.

Geçen yıl birlikte olduğu adam geldi aklına. Ayhan. Okuduğu kitapların cümlelerinden ibaretti Ayhan'ın sözleri. O kadar alıntı, o kadar tesadüf ve bir o kadar da vazgeçilmezdi. Zıtlıklar hep çekmişti onu zaten. Ayhan'ın o süslü cümleleri o kadar özenti olmasına rağmen nasıl bu denli vazgeçilmez olmuştu onun için? Neyse, çok uzun zaman önceydi zaten, kurtulmuştu ondan. Ama aklının almadığı şey, içlerinde değerleri olmayan bu adamların, nasıl olur da esas oğlan olmaya koşabilecek cesareti taşıdıklarıydı.

30 yaşındaydı ve hala yalnız olmasını "Eros'un dalgınlığına gelmiş, bir tutunamayanım ben" diye Eros'a yüklemiş ve onu görevini layıkıyla yapmaya davet etmişti, arkadaş toplantılarında. Kendini o kadar şanssız görüyordu ki iş hayatında da bir türlü dikiş tutturamamıştı. "Milletin aşk hayatı hareketli geçer, benim iş hayatım pek kıpırdak. Özel meseleler stabil Yarabbim, tık yok. Şuan yine atarlandım Eros'a" diye her konuyu Eros'a bağlardı. Komik kızdı vesselam ama yalnızca arkadaşlarıyla beraberken bu eğlenceli halleri peydah olurdu.

Derin bir iç çekti. Ağlamadığın halde çektiğin o iç, ağlarken çektiğin içten daha vahim, daha can yakıcı ve daha çaresizdi.

Hiç bir duygusuna eyvallahı olmadığı için aşık olamıyordu.

"Cesaretimin bedeli içsel yalnızlıksa, etrafımdaki kalabalığa selam çakar, öderim cesaretimin bedeli" diye mırıldandı. Kitabını başucundaki komidinin üzerine bıraktı, başını yastığa koydu ve derin bir uykuya daldı.






13 Kasım 2012 Salı

mea culpa






Keşke dememek öğretilmiş bizlere. Ne yaşarsak yaşayalım, başımıza ne kötülük gelirse gelsin uzak durulması gereken, ruhu hastalıklı bir yapı haline getirmeye gücü yetebilecek ölçüde etkili olan, o bir nevi geçmişe yönelik dilekte bulunduğumuz ‘keşke’ sözcüğünden ben de korktum yıllardır.

Keşke demeye her yüz tutuşumda dilimi lal edip, bir süre sonra ‘iyi ki’ lerle açılışı yaptığım dudaklarımın cezasını çekiyorum şimdilerde. Başımın üzerinde gezdirdiğim lakin bir müddet sonra kafamı yüreğime düşman eden tüm mevzuların sahibi olan ‘iyi ki’ lerimin vakur ağırlığını taşıyorum ruhumda. Her “keşke” ile isyan etmeye yeltendiğimde beni bir dokunuşuyla sindirmeye çalışan iyi ki’li cümlelerimin laneti bırakmıyor gibi yakamı.

Keşke demek gerek bazen. Demek gerek çünkü iyi ki’ lerin altında ezilip gidiyoruz her geçen gün. Farkında değiliz. Kördüğüm, çember olmuş içimizin ateşi. Keşkelerimizi yakmaya çalışıyoruz orada. Olmaz.

Keşke demek gerek bazen. Demek gerek çünkü ne halt ettiysek, kabullenip kendimizi affetmek gerek. İyi kilerle dönen bir düzenin içinde değil, keşke’lerle alınan derslerin içinde kavrulup tırmanmalıyız, bilmiyoruz. Yoksa hep hüsran. Hep hayal kırıklığı.

Keşke demeliyiz ama diyemiyoruz. Çünkü çocukluğumuzun o iyimser Polyanna’sı örnek gösterilmiş bizlere ama biz kurtların sinsice sofralarını kurduğu bir ormanda yaşıyoruz, Polyannalarla süslenmiş bir ovada değil. 

Kurtların kuzu maskeli balolarına kurban giden kırmızı başlıklı kadınların cansız ruhları defnediliyor günbegün.

Bir zamanlar bir yerlere karaladığım “keşkelerini al da git, “iyi ki” lerime dokunma” atfını içselleştirdiğim tüm zamanlarıma bir özür borçluyum, biliyorum. Biliyorum çünkü evrene nasıl bir enerji gönderirsen, karşılığında aynısını alırsın martavalını okuyan kuantum zırvalıklarının yalnızca insanların yüksek coşkusunu stabil kılmak için uydurulduğunun bilincindeyim.

Bu yüzden özür dilerim boşa gelip, dolu gittiğini sanan tüm zamanlarımdan. Bilmeden kıydım size. Kendimi aldatarak harcadım yelkovanlarınızı. Bana bir armağan olarak bahşedilen bu döngüyü kısırlaştırdım.
Affedin.

Başımıza gelmiş ve gelecek her şeyin tek sorumlusu biziz.

Kimse kendini kandırmasın.

20 Ekim 2012 Cumartesi






o andan itibaren, kızın yaşadığı her şey bir masal kitabının sayfalarından dökülen romantik sözcükler kadar hayal ve bir o kadar da mucizevi olmuştu.

5 Ekim 2012 Cuma

Zincirleme vicdansızlığın cehalet tamlamasına kurban gidiyoruz


Eşitliğin olmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Eşitlik olmayınca şiddet geliyor, yerleşiyor başköşeye. Şiddet, nefret, intikam vb. duyguları doğuruyor. Zincirleme vicdansızlığın cehalet tamlamasında kazaya kurban gidiyoruz her gün. En çok da kadınlar. Ülkemizde günde üç kadın öldürülüyor.  Her gün üç kadın veda ediyor hayata. Bazıları eşleri ya da sevgilileri tarafından, bazıları babaları, bazıları ise oğulları ya da kardeşleri tarafından infaz ediliyor. En sevdikleri, en yakınları yani.

Gazetelerin üçüncü sayfasına yerleşen hikâyeler okuyoruz. Okuyamadıklarımız da var, canımızı daha çok yakan, kabullenemediğimiz hikâyeler. Bakıyoruz ve çeviriyoruz sayfayı. Görmezden gelip, unutmak istiyoruz. Hiç birimiz bir şey yapmıyoruz. Ucundan kıyısından tutup, vicdanlarımıza daha fazla kan bulaşmasını engellemek için hepimiz o kadar meşgulüz ki.

İnfaz edilmeyenler ise fiziksel şiddete maruz bırakılıyor. Dövülüyor, hırpalanıyor hatta işkence ediliyor. Hem de eciş bücüş nedenlerden ötürü. Belki yemeğin tuzu az diye, belki eteği dizinin bir parmak üstüne çıkmış diye, ya da erkek olan arkadaşına selam verip, onu öptü diye. Ne bileyim belki de sevdiğinle evlenmek istedi diyedir. Uzayıp giden bir liste bu zihinlerimizde, vicdanlarımızı mürekkepleyen.

Her gün “şerefim ve namusum üzerine” diye yeminler çekip, tehditkâr bakışlarla kadınları korkutmaya çalışan bir kısım zorbanın, eşitlikten bihaber akılları dolanıyor etrafımızda, içimizde. Namus ve şerefi işlerine geldiği gibi kullanıyor, kim bilir hangi eksikliklerini tamamlıyorlar bu tavırlarında.

Fiziksel şiddetin mağduru olmayıp her gün, her saat sözel bir şiddetle ruhları ezilen kadınlarımız da var. Egolarının kurbanı olan insanların kurban ettikleri ruhlar. Sadece egoya da bağlı olmayan bir durum bu tabii. Biyolojik de aynı zamanda. Çok farklı kaynaklardan beslenen karmaşık bir mesele şiddet.

Nasıl açıklanır, nasıl önlenir?

Erkekleri reformdan geçirmek yetmez ya da ne bileyim kadınları daha güçlü kılmak. Toplumsal şiddetleri nasıl önlemeli. Örneğin kürtajın kamusal alana taşınması gibi. Bu konuda yazmak, konuşmak o kadar zor ki. Özellikle Türkiye’de, biz kadınlar için. Oysa en çok da bizlerin konuşması gerek bazı konularda. Biz susarsak olmaz.

Toplum olarak mağdur edildiğimiz başka şiddetler de var tabii, savaş gibi.  Hem de şu sıralar çokça adı geçen ve eşiğindeymişiz hissi verilen Suriye ile savaş nasıl önlenebilir? Nasıl bir başka devletin maşası olmaktan kurtulup, bir başka devletin mezhep kavgasına yan olmaktan vazgeçebiliriz.

Aslına bakılırsa her şey insan olmaktan geçiyor bence. Birey olmak ve birey olarak vicdan duygumuzun insanlığımıza ne kadar yerleştiğiyle alakalı bir mevzu bu. Bizlere en çok yakışan duygunun eksikliğinden kaynaklanan kötülüklere mağdur bırakılıyoruz her gün, belki de her saat.

Gün geçtikçe kötüye giden bir tablonun iç içe geçmiş çerçevelerine sıkışıp kalıyoruz. Her çerçeve ayrı bir taraf, her çerçeve ayrı bir yanda kendi içine hapsediyor insanları. Oysa taraf olmadan önce birey olmamız gerektiğini unutuyoruz. Taraf olmanın kolaylığına kaçıp, birey olarak mücadele vermenin gerekliliğini kaçırıyoruz. Bazen arafta kalmalı. Arafta kalmanın zorlu mücadelesini vermeli. Arafta kalıp insan olduğumuzu hatırlamalı.

26 Eylül 2012 Çarşamba

“ama” ile bağlanmayan güzel duyguların şerefine…



Yazım yanlışlarıyla birikmiş yürekler var, heyecanlarımızın katilleri olan. Noktaları virgüllerine karışmış, devrilmiş tüm zamanları ve inatla bizim zamanımızı da başımıza devirmeye çalışan, bencil hayatlar, karşılaştıklarımız. Ve her geçen gün çoğalıyor bu kalp atışlarımızın ritmini bozan esrarlı siluetler. Siluetler, çünkü bir görünüp bir kayboluyor, her göründüklerinde çarpıntıya neden olup, her kayıplarında yürek burkulmalarına neden oluyorlar.

Bilek değil ki bu, biraz buz, biraz egzersiz yapınca geçsin. Kalbimiz yara alınca günlerce, aylarca kim bilir belki de yıllarca üflemek gerekiyor. Bilmiyorlar, öldürüyorlar her defasında. Bilmiyorlar, hissiz, halsiz yalnızca bir nefes bırakıyorlar. Bilmiyorlar.

Bir de bildiklerini sanıp ahkam kesiyorlar utanmadan. Utanmadan, umursamıyorlar. Ya da fütursuzca sözcükleri dağıtıyorlar etraflarına.

Bir de daha yakınımızda, yanımızda hatta dizimizin dibinde olmasını istediklerimiz var. Gözden ırak olan gönülden ırak olmasın, isteriz ya. “Esas kız ve esas oğlan olmamıza rağmen birbirimize aşık olma lüksüne sahip olmayan, Eros’un dalgınlığına gelmiş tutunamayanlarız biz” diye hikayeleştirdiğimiz yaşanmışlıklarımız var.

Ardından yalnızca yutkunduğumuz masallarımız var, yüreğimizden yağıp, dilimizin ucuna taşsa da sözcükler. Yalnızca yutkunuruz.

Sonraları şuursuzca yaşanan bir rahatlığın, farkındalıklı hiçliğine geçip başka bir boyut kazanırız. Kazandıklarımızın hesabını tutamadan kaybettiklerimize yanarız. Oysa duygulardan bahsettiğimizi unutmuş, karı, zararı tutar olmuşuzdur.

Zihindeki hesap yüreğe tutmaz hiç bir zaman.

İş böyleyken, yaşamakta olduğumuz her halt havada süzülür. Süzülür ve süzülür. Zihnimiz eşikte buğulanırken, ruhumuz çoktan bir boşluktan salınıvermiştir hiçliğe. Öyle güzelizdir ki.

Hiçliğin huzuruna kavuşmuşken bekler dururuz bir sonraki çarpıntıyı. Biliriz, her çarpıntıya koşarsak kalbimiz yorulur. Yorulsun. Zaten sık sık çarpmaz ki kalp dediğin, her önüne gelene. Öyle beklemişizdir ki aylarca belki de yıllarca, yüreğimiz bayram etsin diye. Bu yüzden her çarpıntıya koşarız yorulmak pahasına. Olsun, bizler değil miyiz ki, bile bile lades demenin keyfinden mazoşistçe zevk alan. Olsun, varsın, değsin, değmesin. Değerlerimiz, duruşumuz, karakterimiz, niyetimiz kadar var olduğumuzu bilen ‘hiç’ leriz biz.

“Ama” ile bağlanmayan güzel duyguların şerefine içer, o günlerin gelmesini bekleriz, inancımızı hiç kaybetmeden.

18 Mayıs 2012 Cuma

Bir iddia uğruna

Kendimi bildim bileli hayatımda var olan insanlardan bir tanesidir eniştem. Büyük ablamın eşi. Henüz 5 yaşındaydım onunla tanıştığımda. Ablamın varlığının bilincine daha yeni yeni varmaya başlarken aldı götürdü onu uzak diyarlara. Ablam, Türkiye’nin bir ilinden, bir başka bir iline, hatta ve hatta yurt dışına bile eniştemle birlikte savrulup dururken, ben onu özlemenin nasıl bir şey olduğunu kestiremeden, hep uzaklarda kaldı benden, bizden.

Nereden bilecektim ki ablamı bizden kaçıran adamın hayatımıza bu denli renk katacağını. İlkokul çağına gelip, espri, sır ve dedikodudan anlamaya başladığım vakit benim için keyifli günler gelmeye başlamıştı. İşte eniştem o günlerden bu güne hiç değişmedi. Hala şen şakrak muhabbetlerin, fıkraların alnı göbeğinde kendi göbeği ile merkez oluşturan insandır eniştemdir.

 Laf göbekten açılmışken, eniştemin en güzel baldızı unvanına layık olmak ve ailemin diğer üyelerine ve bilhassa benden sonraki en güzel baldızı olan küçük ablama, unvanımı hak ettiğimi kanıtlamak için, iyilik periliğine soyundum. Kilo vermesi için eniştemi gaza getireyim diye düşünüp, onunla iddiaya girmeye yeltendim. İddia vesile olur da bi 10 kilo atar belki diye iç geçirdim. Hatta kilo vermesi gereken süreyi de uzun tuttum ki telaşa kapılmasın dedim. “Amaç zaten onun kilo vermesi Elvan” diye söylenip, kendimle uzlaştıktan sonra bu iş için tam 3 ay verdim. Sıra kaybedenin cezasının ne olacağına geldi ve ben koyu Fenerbahçeli olan enişteme 1 hafta boyunca Galatasaray formasıyla gezme cezası verdim. O kendinden emin, hemen kabul etti. (Tabii kendinden emin olacak 3 ayda 10 kiloyu yayarak bile verebilir) Eğer o kazanırsa benden mahalle bakkalına her gün gidip “ben geri zekâlıyım” dememi istedi. Hayır, senin kazanacağın zaten ortada, sen kazan diye vermişim o süreyi zaten, sen ne diye bana böyle bir ceza reva görüyorsun ki. Al işte, bu da enişte.

Bi insan dua ederken bile dikkatli olacak aga. “How i met your mother” tadında bir hayatım olsun diye dilerken, eniştem aklıma hiç gelmemişti.

 Teşekkürler Tanrım, teşekkürler Kuantum…

Mahalle bakkalımıza not: İddia 15 Ağustos günü son bulacak. Buradan Karanfil Bakkala sesleniyorum ya da Laz Bakkal Mustafa Amcaya mı seslensem bilemedim, neyse, bu yazımı okuyun lütfen, zihinsel aktivitemde bir düşme söz konusu değil. Bilin istedim, çünkü 15 Ağustos’tan itibaren anlamsız bir diyaloğumuz başlayacak sizinle. Saygılar.

How i met your mother,
tam 7 sezondur Amerika’da yayınlanmakta olan 20 dakikalık bir komedi dizisidir. Dizi, 2030 yılında, Ted Mosby'nin eşi ile nasıl tanıştığını çocuklarına anlatmasını konu alır. Bob Saget'in seslendirmesiyle dizinin asıl karakteri Ted "Size annenizle nasıl tanıştığımı anlatacağım." der ve dizi 2005 yılına döner. Dizinin senaristleri, Bays ve Thomas dizideki arkadaşlığı kendi arkadaşlıklarından yola çıkarak yazmışlar. Arkadaşlıklarını ve yaptıkları aptalca, komik şeyler hakkında yazma fikri ile bu diziyi oluşturmuşlar. Benim 7 sezonun tamamını izleyip de her bölümde deli gibi güldüğüm bu diziyi çok kötü fena bi acayip tavsiye ederim.

10 Mayıs 2012 Perşembe

30 YAŞINDA OLMAK

30 yaşında olmak; her gece annenle, yatmadan önce menopoza hazırlık evresi aktivitesi olarak, kefir içmek demektir. Tabii, bu yaşa kadar hala evlenmeyi beceremeyip, bu aktiviteyi annenle gerçekleştiriyorsan… Ha, bir de anneanneyi unutmamak gerek, tam 3 kuşak. Hatta bu işe ablamların çocuklarını da eklersek 4. kuşağı bile çıkarabilirim ki, bu kuşak sahibi yeğenlerim, kara kuşak sahibi yaşıtlarıyla başa çıkar, onları yer, yutar ve bir bütün olarak tekrar çıkarabilirler. Ne kadar baş belası olduklarını anlamışsınızdır sanırım.

Konuyu fazla dağıtmadan geliştirecek olursak, 30 yaşında olmanın hiç bir kötü tarafı yok aslında. Öyle abartılacak bir durum söz konusu değil yani. Çünkü ben kendimi hala (bir klişe olarak) 20’li yaşların başında hissediyorum. Evet, garipsiyorum, yadırgıyorum 30’u ama bu yadsıma da geçer gider bir müddet sonra. Nelere alışmıyoruz ki hem zaten canım, ilk gençlik yıllarımızdaki saflık derecemiz ile şimdiki saflık derecemiz arasındaki farkın, yarısının, 2 eksiği ile bile bir insan gayet normal yaşayabilir.

Söz saflıktan açılmışken, yaşla gelen bu daha bilinçli olma hali, insana güç, kuvvet verirken bir taraftan da canını sıkmıyor değil. Çünkü ne kadar fazla şey biliyorsak, o kadar fazla kapana kısılıyoruz mutsuzluk labirentinde. Bir kere sürekli tetikte bekliyor olmak bile başlı başına bir stres. Hayatımızda oluşan her yeni gelişimde, dur bakalım altından ne bityeniği çıkacak diye düşünürken, karşımızdaki insanın daha ilk cümlesinden anlayıveriyoruz niyetini ya da art niyetini. Oysa önceleri böyle miydi? Ne güzeldi her söylenen söze inanmak, ardından gelen hayal kırıklığı olsa bile. Şimdi daha kötü, hep şüpheci, hep tedirgin. Nietzsche bizleri böyle görse gözleri yaşarırdı, gurur duyardı vallahi.

30 yaşın iyi tarafları da var tabii. Bir kere daha olgun olma fırsatı sunuyor size, tabii bu fırsatı kullanabilirseniz. Yıllar geçerken farkında olmadan öğrendiğiniz çok şey oluyor. Örneğin, affetmek. Bazılarımız için affetmek, sırat köprüsünü amuda geçmekten daha zorken, bazılarımız için ise bakkaldan 2 ekmek almak kadar kolay oluveriyor. Ama yaşla birlikte insan, yani insan olan, insani değerlerin kıymetini daha fazla biliyor, daha çok içselleştiriyor. Kızgınlıklarını atıveriyor akan sulara, sevmeyi daha güzel beceriyor. Fedakarlık etmenin kendinden bir şey eksiltmediğini anlıyor, olmaması gerekenleri öngörüp feragat etmeyi biliyor.

Evet, önümüzdeki hafta 30’umu dolduruyorum. Bir sürü hüzün, birkaç ölüm ki içlerinden bir tanesi yüzlerce ölüm acısına bedel, çokça sevgi, az biraz aşk ama pek derin, önce çokça sonra bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar dostla dolduruyorum 30 yılı. Bulutların üzerinde uzanabiliyormuş gibi mutlu, bazen ayak parmak ucuna kadar işleyen zehirli bir yalnızlık bazen de hiç dağılmayan çil yavruları kadar kalabalık bir 30 yıl. 53 nabızla yaşamama rağmen taşikardi uyandıracak kadar heyecan verici saatler…

İnsan büyüdükçe ailesinin kıymetini daha iyi anlıyor bir kere. Hele de hayatta hiçbir zaman kazık yemeyeceğin, her düştüğünde elinden tutup kaldıran ve yaralarına üfleyip, acını hafifleten annenin değeri paha biçilemez oluyor. Her ne kadar yaptıklarımızı anlayamayacak olsa da, her verdiğimiz kararda, her yaptığımız hatada, her kazandığımız başarıda bizi olduğunuz gibi kabul eden annelerimiz, annem Şenay Hatun, anneler gününüz kutlu olsun…

 Ama lütfen, artık bana “hadi evlen” deyip durma :)

5 Ocak 2012 Perşembe

hayal ederim ama bazen absürt olur



Ben istiyorum ki, rakı ile şalgam kavunu aldatmasın. Kavun, peyniri de alsın, masanın hanımı, şalgamın bacısı olsun. Konu komşuya, Haydari amcaya, Pancar teyzeye ve bilumum zeytinyağlı akrabalara rezil olmayalım. Hele ki, genellikle başköşede yerini alan çipura ve levrek büyükbabalar ile onlar inzivaya çekildiklerinde baş gösteren Adanalı, Urfalı büyükannelere ayıp olmasın. Kâh rakının yanında şalgam alsın yerini, kâh kavun ve peynir siyam ikizleri. Mutlu mesut yaşasınlar.

Ağzımızın tadı bozulmasın.

PS: Zehirlenen bir kızın not defterinden…

3 Ocak 2012 Salı

Hiç


İçinde yer etmiş sıkıntıyı, kulak memesi kıvamına gelene kadar yoğurup, demlenmesi için beklemeye al. Sonra, kalbine saplanan sancıları bir tabağa rendele. Ardından, üzerine yapışan şansızlığı da limon sıkacağı yardımıyla aynı tabağa sıkıp, posasını ayır. Karışımı, demlenmiş sıkıntı ile iyice harmanla. Üzerini de ayırdığın sancı posası ve zihninde ki muallâklarla süsledin mi, “Ne yapıyorsun” soruna aldığın “hiç” yanıtını öğrenmiş oluyorsun tatlım.